‘’İyi bir ağaca sarılan gölgesiz kalmaz’’.
Miquel de Cervantes
Yüksek konsantrasyon isteyen, stresli çalışma hayatımız bize fiziksel ve psikolojik olarak negatif uyarıcı sinyaller verir. Şehir yaşamı karmaşasıyla bizi dışlayıcı bir güce sahip olduğu için bazen kendimizi ait olmadığımız bir yerde gibi hissederiz. Bu boşluğu dolduracak yegane şey, doğanın kucaklayıcı etkisine teslim olmaktır.
Araştırmalar, ormanların ve diğer yeşil ortamların stresi azaltıcı, öfkeyi dindirici, bakış açışımızı daha sağlıklı hale getiren mutlak bir güce sahip olduğunu bize göstermiştir. Bunun dışında, kalp hızını dengelediği, bağışıklık sitemini güçlendirdiği için kansere yol açan hücrelerle savaştığı da bilimsel çalışma sonuçları arasında yer alıyor.
Uzak doğuluların ‘’orman banyosu’’ dedikleri bir tanımlama var. Bu tanımın bitki, böcek ya da farklı türlerin oluşturduğu bir ekosisteme dair bilgi edinmek yok. Kapsadığı tek aktivite, bir doğa tatili ya da günübirlik bir planda, ormanın içinde sakin bir yürüyüş yapmak, sadece ormanın sesini dinlemek olarak biliniyor. Orman atmosferini içini çekip sonucunda iç huzura ulaşılabileceği inancıyla beslenen bu eylem bize de çok yabancı değil değil mi?
Farklı kültürler de farklı tanımlama ya da anlamlar taşısa da ormana dair ne varsa bizimle aynı dili konuşmaya devam ediyor.
Gölgesi ile beraber gelen ışıltılı yansımaları, yaprak döktüğünde ya da çiçek açtığında biz de yarattığı his, yaşamımızdaki dalgalanma dönemlerindeki hisle benzerlik gösteriyor. Bu yüzden bir ağaç gövdesine yaslandığımızda kendimizi güvende hissederiz. Çünkü biz, bize benzeyen ve anlayana her zaman daha yakınız.